La Haine (Protesto) ; Mathieu Kassovitz'in 1995 yılında çektiği, Vincent Cassel (Vinz, sağda), Said Taghmaoui (Said, ortada) ve Hubert Kounde (Hubert, solda) gibi isimlerin yıldızının parladığı, 90'lı yılların başında Paris ve Marsilya banliyölerinde çıkan olaylardan yola çıkarak çekilen başarılı bir Fransız filmi.
Paris'in ötekileştirilmiş yerleşim yerlerinde yaşayan göçmenler ve kolluk kuvvetleri arasında yaşanan mücadelenin Vinz, Said ve Hubert'ın yaşamına olan yansımalarını konu alıyor.
Vinz'in arkadaşı Abdel, protestolar sırasında bir polis tarafından vurulmuş, hastaneye kaldırılmıştır. Bu durum, Vinz'in kolluk kuvvetlerine olan nefretinin artmasına yol açar.
Abdel'in ölümünün gerçekleşmesi durumunda bir polisi vuracağına dair kendisini sürekli telkin eder.
Banliyö'deki protestolar sırasında bir polisin silahının kaybolması ve bu silahın Vinz'in eline geçmesiyle, Vinz'in söylemleri realistik bir anlam kazanır. Bilirsiniz, bir filmde tabanca görünürse o tabanca mutlaka patlayacaktır.
Şehirde yaşanan olayların boyutunu, Bob Marley'in Burnin' And Lootin' adlı şarkısıyla izliyoruz ve filmin açılışını yapıyoruz. Şarkı sözleri, yaşanan olaylar sırasında çekilen görüntülerle oldukça uyumlu.
"50 katlı bir binadan düşen adamın hikayesini biliyor musun? Düşüş anında her katta kendisini rahatlatmak için şunu söylermiş içinden: 'Şimdiye kadar her şey yolunda, şimdiye kadar her şey yolunda, şimdiye kadar her şey yolunda…' Önemli olan düşüş değil, yere çarpıştır."
La Haine, yukarıda koyu renkle yazdığım pasajla başlıyor. Filmin ana fikri, bu pasajda gizli. Vinz, Said ve Hubert, yukarıda anlatılan hikayenin özneleri aslında. Düştükleri yer 50 katlı bir bina değil, hayatın ta kendisi. Ana karakterler, ölümle ve tehlikeyle burun buruna gelmelerine rağmen finale kadar kurtulmayı başarıyorlar. Anlayacağınız, düşüşe kadar her şey yolunda.
Vertigo
Effect : Alfred Hithcock'ın Vertigo adlı filminde kullanması sonrasında
ünlenen ve bu adla anılmaya başlanan bir zoom tekniği. Detaylı bilgi
için buraya alalım sizi.
Toplumun onları sürekli dışlaması, bu üçlünün kendilerini ötekileştirmesine sebep olmuş. Üçlünün gittiği her yerde bu refleks karşılarına çıkıyor. Normal insan davranışlarını bile garipsiyorlar, iyiyi ve kötüyü ayırt edemedikleri için nasıl davranacaklarını bilmiyorlar.
Meşhur tuvalet sahnesinde, nereden geldiği belli olmayan yaşlı adamın anlatttığı ve bizim üçlünün bir türlü anlam veremediği şu hikayeye dikkatlice bakalım:
"Tanrıya inanır mısınız? Yanlış soru! Tanrı bize inanır mı? Bir zamanlar Grunwalski adında bir arkadaşım vardı. Birlikte Sibirya’ya yollanmıştık. Sibirya’daki çalışma kamplarına sığır vagonlarıyla gidilirdi. Günlerce, tek bir canlı görmeden buzlu steplerde yol alırdınız. Isınabilmek için birbirinize sokulurdunuz. Ama sıçmak, kendini rahatlatmak zordu. Bunu trende yapamazsın ve tren sadece lokomotife su almak için durur. Grunwalski utangaçtı. Beraber yıkandığımızda bile bozulurdu, onunla dalga geçerdim.
Neyse, tren durduğunda herkes raylara sıçmak için atlardı. Grunwalski’ye o kadar sataşmıştım ki tek başına uzaklaştı. Tren hareket etti, kimseyi beklemezdi, herkes trene atladı. Ama Grunwalski’nin bir problemi vardı: çalıların arkasına gitmişti ve hala sıçıyordu. Sonra onu çalıların arkasından gelirken gördüm. Elleriyle pantolonunu çekiyordu, treni yakalamaya çalışıyordu. Grunwalski’ye tutmak için elimi ona doğru uzattım. Ama her yetişişinde elini bırakınca pantolunu dizlerine kadar düşüyordu.
Durup toparlanıyor, pantolonunu çekiyor, tekrar koşmaya başlıyordu. Yetiştiğindeyse pantolonu tekrar düşüyordu.” Tuvaletteki adam bu hikâyeyi anlatır. Sayid, “Sonra ne oldu?” diye sorunca gülümseyerek: “Hiçbir şey. Grunwalski donarak öldü.” diyerek oradan ayrılır.
Kendin olup mutsuz olmak mı, yoksa sürüye ayak uydurup diğerleri tarafından kabul görmenin verdiği sevinçle tatmin olmak mı? Vinz, Said ve Hubert kendileri olup mutsuz kalmayı ve ölmeyi seçtiler, tıpkı yukarıdaki hikayenin ana karakteri Grunwalski gibi...
0 Yorumlar