Şampiyonlar Ligi yarı finali kuraları çekildikten sonra "Barcelona - Liverpool" eşleşmesinin galibinin Şampiyonlar Ligi kupasını kaldırıp İstanbul'a, Süper Kupa maçına gelmesini çok istemiştim. Liverpool'un Barça'yı elemesi ve Chelsea'nin Avrupa Ligi'ni kazanmasıyla, İstanbul'daki Süper Kupa maçında bir İngiliz derbisinin oynanması kesinleşmiş oldu.

Liverpool'un Şampiyonlar Ligi zaferinin de verdiği hevesle, 18 Haziran günü 50€'luk biletler için bilgilerimi girerek resmi başvurumu yaptım, 11 Temmuz'da Uefa'dan gelen maille mutluluktan havaya uçtum.

Eve bilet teslimatı ekstra ücretli olduğu için, e-biletle maça girme seçeneğini işaretlemiştim. 5 Ağustos günü, mailime gelen resmi aplikasyonu indirdim ve maç gününü beklemeye başladım.


Maçın oynanacağı gün, Kurban Bayramı'nın son gününe denk geldiği için toplu taşıma ücretsizdi. Bu yüzden, İstanbul sokakları ve toplu taşıma araçları hiç olmadığı kadar doluydu. Maça giriş bileti olmayan insanlar bile stad ve çevre atmosferi solumak için Beşiktaş Park etrafında konuşlanıyorlardı.
 
Stadyum çevresindeki Salah formalı futbolsever sayısı, Chelsea formalı futbolsever sayısından fazlaydı.
Stad girişinde sponsor firmanın kurduğu küçük bir alan haricinde, taraftarların maç önünü geçirebilecekleri bir etkinlik alanı olmaması sinir bozucuydu. 


Kırmızı renkli Torres formamla, 19:30'a kadar stad çevresinde arkadaşlarımla maç kritiği ve fotoğraf çekimleri yaptıktan sonra içeriye girmeye karar verdim. Bunda havanın hafiften de olsa bozması ve kısa süreli yağmur çiselemesinin de etkisi büyüktü.


Koltuğum G3-120.blok, 9. sıradaydı. Chelsealiler için ayrılan kale arkası yani. Sağ tarafımızda bulunan yaklaşık 2 bin kişilik mavi formalı grup dışında, bizim tarafımız ağırlıklı olarak Liverpool taraftarıydı. 

Yerel motiflermizin kullanıldığı açılış seramonisini beğendim. Sahaya çıkartılan çocukların Bob Marley'in 3 Little Bird adlı şarkısını söylemesi ve tüm stadın eşlik etmesi de hoş bir detaydı.



Santraya kadar, seyretmek için geldiğimiz maçın büyüklüğünün pek farkına varamadım. Bir tarafta Liverpool, bir tarafta Chelsea. Olası bir kura şansı haricinde çıplak gözle izlemenin pek de mümkün olmadığı Mohamed Salah, Sadio Mane, Van Dijk, Pedro, Kante gibi futbolcular ve Lampard, Klopp gibi futbol adamlarına sesini duyurabilecek kadar yakın mesafede olmak harika bir histi. Tabi bu durumu manipüle etmeye çalışanlar da oldu, 2 kişi sahaya girdi.

  
İlk yarı, biz Türk futbolseverler için baş döndürücüydü. Alışmışız yan pas yapan takımlara, 50 dakika bile sahada topun kalmadığı maçlara... 

Chelsea daha istekli olan taraftı. Net pozisyonları buldular ve 36. dakikada Giroud'un golüyle skor üstünlüğünü ellerine geçirdiler. Liverpool ise, oldukça tutuk ve cılız ataklarla tamamladı ilk yarıyı. Liverpool tribünü de, tıpkı sahadaki takım gibi tutuktu. Maç öncesinde söylenen YNWA haricinde sesleri çıkmadı, üstelik stadın büyük bir bölümü kırmızı formalı olmasına rağmen. Chelsea tribünü ise sayıca azdı ama başarılı bir performans gösterdi.


İkinci yarıda Roberto Firmino'nun oyuna girişiyle ibre eşitlendi ve Mane'nin 48. dakikada attığı golle Liverpool eşitliği sağladı. Uzatmalarda da karşılıklı birer gol oldu ve 2-2'lik seri penaltı atışlarına geçildi.
  

Liverpool tribününde maçı izleyemediğim için çok üzülmüştüm ama penaltılar bizim olduğumuz kalenin önünde atılınca üzüntüm yerini sevince bıraktı. Tammy Abraham'ın penaltısına kadar iki takım da haklarını gole çevirdi, Tammy penaltıyı kaçırdı ve kupa kırmızıların oldu...


Taraftarı olduğum Liverpool'un müzesine bir Avrupa kupasını daha götürdüğü anlara tanık olmak tarif edilemeyecek duygular yaşattı bana. 120 dakika ve seri penaltı atışları, üstelik iki Premier Lig ekibi... Bir futbolsever bundan başka ne ister ki?